Alev ATEŞ – Bir Örgütlenme Modeli: ASİS Sendikası – 1968 yılı bir çok sosyalist tarafından, tohumları 1921’li yıllardan itibaren atılan, 1930 ‘lardan sonra kemikleşen, ancak adeta görmezden gelinen, çeşitli bahanelerin arkasına gizlenerek gelmesi geciktirilecekmiş sanılan kabus gibi olayların olduğu yıldır. Daha öncesinden , Almanya, Polonya, Macaristan yeniden Almanya, Yugoslavya, Arnavutluk ayrışması, SSCB füzelerinin Çin’in kentlerine doğrultulması, derken Afganistan ve nihayet Avrupa’nın göbeğinde Prag’ ın işgali. Gazetelerde büyük boy bir fotograf. Çek genci Lenin heykelinin kaidesine “uyan Lenin bunlar çıldırdı” yazıyor. İtalyan Komünist partisi başta olmak üzere, İspanyol, Fransız KP’ leri artık açık bir biçimde olayların nedenini tartışıyor. Ama tartışanlar bir yandan kendi burjuvalarının hışmına uğrarken öte yandan Moskova kaynaklı bir ideolojik bombardıman kazanına atılıyorlar. Bir yandan reformist, revizyonist, oportünist suçlamaları, öte yanda ağırlaştırılarak sürdürülen anti-marksist, anti-komünistlik suçlamaları yürütülürken Türkiye Sosyalistlerinin amiral gemisi TİP bizzat içindekiler tarafından yaratılan kozlarla, zaten kurulduğu günden beri aport bekleyen burjuvazinin 12 Mart faşizmine yem ediliyor. 12 Mart faşizminden çıkış sonrasında, sosyalist hareket elbette kendini yeniden toparlama sürecine girdiğinde ise elinde tek örgütlü güç olarak sendikalar kalmıştır. DİSK bunların başında gelmektedir. Sosyalist siyasi örgütler ise çok parçalı olarak yeniden ortaya çıkmaktadırlar. Parçalı olmanın temelinde ne olduğunu, bizce, bugün bile kimse kolayca açıklayamaz. Belki bir parça Dr. Kıvılcım’lı izinde giden partiler (ki onlar da kendi içlerinde parçalıdır) dışında kalan tüm partiler, Moskova Bilim Kurullarının hazırladığı reçete etrafında örgütlenmeyi yeğlemiş, parçalı bir (bütünsel) yapı göstermektedir. Elbette, Pekin, Tiran gibi komünist merkezlerin doğruluğuna biat etmiş olanlar da eksik değildir. Daha genç kesimlere dayanan hareketler ise zaten Troçkist-Anarşistler olarak nitelendiğinden ‘zorunlu’ ama göreceli bir özerklik içindeler. Bir grup insan ise bu gidişin nedenleri, nasılları üzerinde durmakta ve temel sorunu; örgüt içinde demokrasinin yok edilmesi sonucu varılan ve teoride yer alan proleter demokrasinin zorunlu yok oluşu ile sonuçlanan süreçteki yanlışlarda aramaktadır. Cenan Bıçakçı’ nın da ön safında yer aldığı bu görüşe göre, SSCB iktisadi yapılanmasını kapitalizme parmak ısırtacak kadar kısa sürede geliştirip, mucizeler yaratmış bir ekonomik sistemi yerleştirmiştir. Ancak bu sistem halkın ekonomik gelişmesini özgürlüklerle bütünleştirememiş, proletarya yerine bürokratik bir kast yönetime egemen olmuş ve bu da SSCB ‘nin anti marksist yönelimlere girmesine neden olmuştur. “Özgürlüklerin temelinden çekilmesi halinde sosyalist sistemlerin çökeceğini, dolayısıyla SSCB’de de mutlaka politik bir alt üst oluş yaşanacağını” ileri süren bu görüş, teorik arayışına koşut olarak pratikte de bunu göstermek istemiştir. Bıçakçı’nın bizce Türkiye Sosyalist hareketi içinde ki en önemli, hatta, sendikacılık anlamında uluslar arası diyebileceğimiz katkısı buradan, yani teori-pratik ikilemini son derece iyi kurarak ASİS sendikasını bu doğrultuda şekillendirmesi yönündeki katkısında aranmalıdır. Özetin özeti olarak, örgüt içi demokrasi olmadığından, iktidar olan komünist partilerin ülke yönetimlerinin de anti-demokratik olacağı, hele devletle partinin, işçi örgütleri ile devletin (dolayısıyla partinin) özdeşleşmesi nedenselliği sonucunda; proleter diktatörlüğünün değil ama kötü bir bürokratik diktatörlük oluşacağını vurgulayan bu görüş, kaynağını Paris Komününden alan bir örgütlenme modeli önermiş ve bunu ASİS sendikası kuruluşuyla hayata geçirmiştir. BU MODELİN HAYATLA BAĞLANTISI “Emekçi halkımızın ülkemizin yönetimini ele almasını sağlamaya yönelik ekonomik sosyal ve siyasal bilinci geliştirecek çalışmalarda bulunmayı temel amaç sayan” ASİS sendikası bu amacını gerçekleştirmek için : “-Ülkemizi ve halkımızı tam bağımsızlığa kavuşturmayı öngören, – Uluslar arası işçi sınıfı ile uyumlu çalışmalar yapmayı hedefleyen, – Sosyalist bir düzenin hayata geçirilmesine ilişkin çalışmalarda bulunmayı ilke kabul eder.” Ancak bu sosyalist düzeni gerçekleştirecek olan proleterya olacağından, örgütlerinde de en alttan en üste tüm yönetim kademeleri bizzat işçilerin elinde olmalı ve aşağıdan yukarıya, görevden alınmak gibi yaptırımlar da içeren yapılanma oluşturulmalıdır. Bunu gerçekleştirecek olan da “İşçi Konseyleri” oluşturulmalıdır. Ancak, bu konseyler, ne sanayii demokrasisi denilen ne de yönetime katılma yoluyla üretimin arttırılmasını sağlayan örgenler değildir. Bunların görevi doğrudan yönetim kademelerinin tümünün, işyeri sendika temsilcilerinden başlayarak en üst kademelere kadar her basamağın denetlenmesi ve gerekirse görevinden alınabilmesinin yolunu açmaktadır. Diğer sendikaların en çok “nefretini” çeken konu ise, toplu iş sözleşmelerinin olanaklı olduğu ölçüde tüm işyeri çalışanları ile birlikte yapılmalıdır. İşte en çok karşı çıkışlar bu noktada yoğunlaşmış ve bu “kendiliğindencilik” olarak ilan edilip karalanmıştır. Oysa öneri ne gösterilmek istendiği gibi basit ne de çok karmaşık bir yapı içermektedir. Burada, içselleştirilmek istenen düşünce; işçilerin yönetime katılması değil, yönetimin doğrudan işçilerin elinde olmasının sağlanmasıdır. Öte yandan hiçbir kademedeki yönetici iki dönem üstüste aynı kademede kalamayacaktır. Yönetici durumunda olan işçilerin maaşları işyerlerindeki en yüksek maaştan fazla olamayacaktır. Bir çoğu daha sonra sendikalar tarafından kabul edilmiş olan bu önerilerin o dönemlerde karşılaştığı muhalefet bugün anlamsız ve garip gelmektedir. Ancak temel ilkelerin, tüzükte yazılış biçimiyle değil de taşıdıkları anlam açısından ve varmak istedikleri ‘tartışma’ noktası olarak hala daha tartışılmamakta hatta üstü örtülmek istenmektedir. Bıçakçının gerek teorik, gerekse pratikte gerçekleştirdiği düşüncesinin açılımını şimdilik şöyle yapabiliriz. *Sosyalist örgütlerin görevi proletarya önderliğini gerçekleştirmektir. Ancak bunu yaparken örgüt üyelerinin (sendikaysa) ekonomik gelişmelerinin yanısıra kendilerini geliştirmesini, güven duymasını, güven vermesini, hatta “birey” olarak gelişimini de sağlayacak mekanizmalarla donatılmalıdır. *Örgüt-birey ilişkisini yöneten-yönetilen olmanın ötesine götürüp, işçileri bindirilmiş kıtalar haline sokan sürü psikolojisinden arındırmak gerekmektedir. *Karar almanın her aşamasında, aynen uygulama da olduğu gibi işçilerin yöneticilik fonksiyonlarının ortaya çıkması ve gelişmesi sağlanmalıdır. *İşçilerin örgütleri (örneğimizde sendika) içinde demokrasi kavramını yaşamaları ve yaşaması için çaba sarfetmeleri, bunu özümsemeleri sonucu paternalist aile yapısının anti demokratik karakterini bile parçalayacak ve daha da ötesi aile içi demokrasiye, mahalle ve köyde demokratik adımların atılmasına. Zamanı geldiğinde de “özörgütlerinin pıtrak gibi ortaya çıkmasına” önderlik edecektir. *En kötü proleter demokrasisinin en iyi burjuva demokrasisinden iyi olduğu belgisini (gerçeğini) hayata geçirebilmenin tek yolu bu bütünlüğün sağlanması ile olacaktır. Zira özel mülkiyetin yerini alacak olan kamu mülkiyeti sistemi içinde, “Plan / P azar” çelişkisinin aşılabilmesi de ancak demokrasiyle olanaklı olacaktır. İşte, demokratik hak ve özgürlüklerin önemini zamanında kavrayıp bunun aslında sosyalizmin vazgeçilmezi olduğunu pratikte de ortaya koymaya çalışan Bıçakçı bu bağlamda değerlendirilip tartışılmalıdır. Mahcubiyyetten korkmamak gerekir. O övünmeyi sevmezdi. Bu yazı inadina.com web sitesinden alınmıştır. |